Türkiye KARAMAN
Ortaçağda Lâranda (Lârende) adıyla tanınan şehrin eskiçağlara kadar inen uzun bir geçmişi olduğu ve Bizans hâkimiyeti altında Hıristiyanlığın önemli bir merkezi haline geldiği bilinmektedir. Şehrin kalesinin 7. ve 9. yüzyıllarda Arap akınlarına marûz kaldığı bilindiğine göre, kalenin çok daha erken bir tarihte inşa edilmiş olduğu anlaşılmaktadır. II. Kılıç Arslan zamanında ve 12. yüzyılın ikinci yarısında Selçuklu hakimiyetine giren şehir, Alman İmparatoru Friedrich Barbarossa’nın komuta ettiği Haçlı ordularınca 12. yüzyılın sonlarına doğru işgâl edilmiştir. 121O yılında önce Hospitalier tarikâtına mensup şövâlyeler ve ardından da bu tarikât mensuplarının talebi üzerine Kilikya Ermeni Kralı II. Leon tarafından ele geçirilen şehrin, 1216 yılında Selçuklu Sultanı I. İzzeddîn Keykâvus’a terkedildiği bilinmektedir. 13. yüzyılın ortalarına doğru Moğollarca istilâ edilmiş ve yüzyılın ortalarında da Karamanoğulları Beyliği’nin eline geçmiştir. Karamanoğulları idâresi altında giderek gelişen şehrin, daha önceden mevcut olan kalesinin onarılarak tahkim edildiği anlaşılmaktadır. 13. yüzyılın sonlarında tahrip edilen şehrin, 14. yüzyılda tekrar imâr edilmekle birlikte, 15. yüzyılın ortalarında Fatih Sultan Mehmed’in emriyle Gedik Ahmed Paşa tarafından yerle bir edilerek, yıktırılan yapıların taşlarıyla şimdiki İç Kale’nin inşa edildiği bilinmektedir.
Şehri kuşatan dış surlardan geriye hiçbir iz kalmamıştır; tarihî kaynaklarda geçen on dokuz şehir kapısının, bazı eski sokak ve mahalle adları ile yapılar dikkate alınarak belirlenmesi durumunda, dış surların Selçuklu ve Karamanoğlu dönemlerinde çevrelediği yerleşim alanının konturlarını belirleyebilme imkânı bulunabilir.
Buna karşılık, hâlihazırda, İç Kale’nin güney-batı eteklerinde ve Hisar Mahallesi 453. Sokak üzerinde “Orta Hisar” olarak bilinen şehir surlarının bir bölümü günümüze ulaşabilmiştir. Silindirik ve dikdörtgen planlı burçların bazılarının alt bölümlerinde görülen bosaj örgü, sözkonusu burçların geçmişinin Helenistik ve Roma dönemine kadar indiği anlamına gelebilir. 17. yüzyılın ortalarında, Evliyâ Çelebi gördüğünde, İç Kale’yi çevreleyen sur çizgisi üzerinde, batı yönünde “Yol Kapısı”ve güney yönünde de “Pazar Kapısı” adıyla iki şehir kapısının bulunduğu anlaşılmaktadır. 1960’lı yılların ilk yarısında ise, muhtemelen geç Osmanlı çağından kalma “Sirkeci”, “Dipi”, “Pazar” ya da “Hisarönü” adıyla bilinen şehir kapılarının adlarının yaşadığı da tesbit edilmiştir.
Bir tepe üzerine kurulmuş olan İç Kale’nin, şehrin 15. yüzyılda Osmanlı hâkimiyetine girdiği sırada yıktırılmış olan yapıların taşlarından da yararlanılarak inşa edildiği bilinmektedir. Hâlihazırda sur duvarlarının taş örgüsü içinde yer alan kitâbeli ve bezemeli taşların yoğunluğu, yerleşim alanında ortadan kalkan yapılar hakkında anlamlı ipuçları vermektedir.
İç Kale, düzgün olmayan dört kenarlı ve çevresi sur ve burçlarla çevrili bir alandır. Yerleşim alanını kuzey ve güney köşelerinden onikigen planlı, doğu ve batı köşelerinden ise silindirik ve çok katlı kuleler sınırlandırmaktadır. Üst katlarda dendan bulunmayışı, ateşli silâhların kullanımıyla ilişkili olup, orta bölümlerindeki zemin kata kadar inen dairesel boşluk da cephâne tedâriki ile bağlantılıdır. Benzer bir gözlem, diğer burçlar ve seğirdim düzeni için de yapılabilir. Yerleşim alanını kuzey-doğu, kuzey-batı ve güney-batı yönlerinde çevreleyen sur çizgisi üzerinde, sur duvarına dikaçısal olarak eklemlenmiş toplam dört burç yer alır; bunlardan güney-batı yönündeki dikdörtgen planlı burcun, aynı zamanda, batı yönündeki ve sur duvarına bitişik merdivenle çıkılan basık kemerli açıklığıyla, İç Kale kapısı işlevi gördüğü ve içten de ikinci bir burçla tahkim edildiği anlaşılmaktadır.
İç Kale’yi güney-doğu yönünden sınırlandıran sur çizgisinin ortasındaki burç ise, dikdörtgen kaideli olup, kaidenin üst köşeleri pahlanarak üstte beş kenarlı bir kütleye dönüştürülmüştür.
Son yıllarda İç Kale’de yapılan arkeolojik kazılarda ortaya çıkartılan kalıntıların Karamanoğlu Beyliği sarayına âit olduğu yolunda genel bir eğilim bulunmakla birlikte, kalenin inşaatı da dahil olmak üzere, Osmanlı çağında 400 yıldan daha uzun bir süre kullanıldığı dikkate alınmalıdır.