İÇ KALE VE SELÇUKLU SARAYI

Türkiye ANTALYA

Özellikler

Şimdiki sınırlarına büyük ölçüde Bizans çağında kavuşmuş olduğu anlaşılan İç Kale’nin, Helenistik ve Roma çağlarına âit verileri sınırlıdır. Çok muhtemeldir ki, Helenistik çağdan beri bir akropolis olarak kullanılagelen bu tarihsel çevredeki Bizans varlığının, şimdiki surlarla çevrili alanın bir bölümünü kapsadığı söylenebilir. Doğrusu istenirse, batı kenarı hariç, İçkale’nin şimdiki sınırlarına büyük ölçüde Bizans çağında kavuşmuş olduğu da iddia edilebilir. Bu çevrenin en önemli parçasının, şimdiki trikonkhos planlı küçük kilise kalıntısının bulunduğu alan olduğu anlaşılmaktadır. Burada yürütülen kazılar, şimdiki yapının yerinde, Bizans çağında, geçmişi 6. yüzyıla kadar geri giden üç nefli bir bazilikanın bulunduğunu ortaya koymuş; sözkonusu yapının en geç 10. yüzyılda yıkılarak büyük ölçüde ortadan kalktığı ve arsası üzerinde bir nekropol teşekkül ettiği belirlenebilmiştir. Şehrin en büyük dinî yapısı olarak bazilikanın bulunduğu bu çevre, hiç şüphe yok ki, sadece kamusal bir alan işlevi taşımıyordu; kazı sonucu ortaya çıkartılan kalıntıların durumu, bazilikanın çevresinde, hakkında hiçbir yazılı bilgi bulunmamakla birlikte, Bizans Kalonoros’unun yönetsel birimlerinin de bulunduğunu ortaya koymuştur. Depremler ve salgın hastalıklar dolayısıyla, 10. yüzyıldan sonra zamanla daha da harap olan ve nüfûsu azalan yerleşmenin bu bölümü, 12. yüzyılın sonlarında ve şehrin Kir Varte adındaki bir Ermeni Seigneur’ünün hâkimiyeti altında olduğu sıralarda elden geçirilerek kullanılmış; hattâ, eski bazilikanın temellerinden ve malzemelerinden yararlanılarak arsası üzerine daha küçük ölçekli bir kilise de inşa edilmiştir. İç Kale’nin güney-doğu köşesindeki yapı alanının, yine eski yönetsel işlevini sürdürdüğü tahmin edilebilir; muhtemelen Kir Varte’ın “saray”ı da yine burada bulunmaktaydı. Nitekim, burada yapılan kazılar sonucunda, Selçuklu-öncesine ait olduğu hemen hemen kanıtlanan yapı kalıntıları kadar, kimi metal objeler, başta kandiller olmak üzere çeşitli cam objeler ile 12. yüzyılın ikinci yarısına ait sgraffito ve slip-boyalı kap fragmanları ortaya çıkartılmış; hattâ, güney-doğu köşedeki burcun duvarlarında, Selçuklu çağı sıvalarının altında, bu döneme ait olması muhtemel hayli bozulmuş durumda bazı in-situ duvar resimlerinin kalıntılarına da tesadüf edilmiştir. Bu husus, İç Kale’nin güney-doğu köşesinde inşa edilen Selçuklu Sarayı’nın güney-kanadının, burada daha önce mevcut yapı kalıntılarından yararlanılarak inşa edildiğini göstermektedir. Bu husus, sarayın inşaatı sırasında, yapının güney kanadını doğu ve güney kenarları boyunca sınırlandıran sur duvarı üzerindeki yuvarlak kemerli pencereler ile duvarın üst kotundaki mazgal dişi sıraları ve seğirdimlerin kapatılıp iptal edilmiş olmalarıyla da doğrulanabilmekte ve sur çizgisinin Selçuklu inşaatından önce varolduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu bağlamda, kalenin muhtelif bölümlerinde karşılaşılan ve hiç şüphesiz Selçuklu çağından kalma tuğla alınlıklı sivri kemerli mazgal pencerelerin aksine, anılan sur duvarındaki benzerleri gibi, güney-doğu köşedeki burcun doğu ve güney cephele

rindeki kemer alnı moloztaşlarla örülü yuvarlak kemerli pencerelerin de, Selçuklu-öncesi dönemin ürünü oldukları muhakkaktır. Sarayın inşaatı sırasında, sözkonusu burcun işlevi değiştirilmiş olmakla birlikte, her iki pencere de korunmuş; sadece batı cephesindeki bir diğeri sonradan genişletilerek, burca bu yönde eklemlenen mekâna geçişi sağlayan bir kapı haline getirilmiştir.

Kale’nin güney-doğu köşesinde ve Selçuklu fethi öncesinde kullanıldığı anlaşılan yapı alanının yeri, şehrin Selçuklu Sultanı I.Alâeddîn Keykubad tarafından 1221’deki fethini takiben, sarayın inşaatı için uygun bulunmuş; inşaat esnasında, doğal olarak eski yapı kalıntılarından yararlanılmış ve kısa bir süre içinde bir yapı tesis edilerek bütün bir İç Kale, Selçuklu Sarayı ve sarayın müştemilâtı olarak kullanılan yapılar topluluğuna dönüştürülmüştür. İç Kale fiziğini bütünüyle değiştiren ve bu alana büyük bir mimari boyut değişikliği getiren saray inşaatının, dönemin tarihî kayıtlarına bakılarak, şehrin fethinden sonraki iki ya da üç yıl içinde tamamlandığı iddia edilmiştir. Yakın çevresiyle birlikte, sarayın tefrişi için gereken sanat üretimlerinin de yapıldığı büyük bir şantiye haline dönüşen İç Kale’nin, bugünkü görünümüne, büyük ölçüde bu inşaat sırasında kavuştuğu anlaşılmaktadır.

İç Kale’nin güney-doğu köşesinde yürütülen kazılar, harabe halinde günümüze ulaşabilen Selçuklu Sarayı’nın, kuzey-güney yönünde uzanan dikdörtgen bir yapı alanını kapladığını ortaya koymuştur. Sarayın kuzey ve güney kanatları, farklı planlara sahip iki yapı bloku halinde birbirine eklemlenmiştir. Buna göre, sarayın güney kanadı, esas itibariyle, kuzey yönündeki giriş ile aynı aks üzerinde yer alan anıtsal sayılabilecek ölçülere sahip bir eyvan ve önündeki avludan oluşan bir mimari kompozisyon çevresinde düzenlenmiştir. Kazılar sonucunda, eyvanın iki yanında, simetri değilse de denge oluşturan birer mekânın kalıntıları ortaya çıkartılmış; ayrıca eyvana doğu yönünden bitişen mekân ile bu kesimi doğu yönünde sınırlandıran sur duvarı arasında bir koridorun bulunduğu da anlaşılmıştır. Burada yürütülen çalışmalar sırasında, büyük göçükler halinde etrafa dağılmış vaziyette ele geçen tuğla örgülü örtü parçaları, eyvan ile iki yanındaki mekânların sivri beşik tonozlarla örtülü olduklarını ortaya koymuştur. Doğu kenardaki sur duvarının üst kotunda, üzengi seviyesinde kavisli bir kütle halinde kalabilmiş tuğla örgülü kalıntının da, batı kenarda uzanan koridorun tonoz örtüsüne ait olduğuna şüphe yoktur. Böylelikle, alanın güney yarısında, Selçuklu-öncesi yapı kalıntılarından da yararlanılarak, arkad dizisi halinde sıralanan tonozların meydana getirdiği bir mekân düzenlemesine gidildiği anlaşılabilmektedir. “Taht eyvanı”nın doğu kanadında ve sura dıştan eklemlenmiş fevkânî bir yapı kalıntısının, konumu ve ilgi çekici planıyla, sarayın “Harem”i olarak işlev gördüğü düşünülmüştür.

Kazılar sonucunda elde edilen verilerin ışığında, hâlihazırda bir kalıntıdan ibâret yapının, Anadolu dışında, Erken-İslâm’da ve Asya’da da öncüleri bulunabilecek, kendine özgü bir geometrik yapısı olan ve belli başlı kompozisyon ögelerini emperyal bir düzen içinde giderek rampa hâlini alan birbirine geçişli avlular, taht eyvanı, tören salonu, taçkapılar, masif duvarlar ve kulelerin meydana getirdiği, içinde, başta Sultan olmak üzere saray görevlilerinin de ikamet ettiği özel odaların oluşturduğu, belirli bir aks düzeni ve simetri endişeleri taşıyan, kısacası bu hâliyle geleneksel ögeler içeren bir saray imajının tipik temsilcisi olduğu anlaşılmıştır. Bu kalıntı, bir yandan, çağdaşı bir medresenin avlu-revak ilişkisini hatırlatan planıyla, tipolojik olarak bütün bir dönemin birbirinden farklılaşmamış yapı ortamına dair yorumlar çıkartma

imkânı sunarken, diğer yandan, inşaat özellikleri ile de, Selçukluların, İç Kale’de devraldığı Bizans yapı alanını, kendi yapı birikimleri ile bütünleştirip yeni ve rasyonel bir mimari düzene dönüştürebilme becerilerini de sergilemektedir. Ayrıca, restitüsyonu ile ulaşılabilen iç görünümünde, âdeta, Akdeniz çevresinde yaygın Antik “Palatium”ları, deyim yerindeyse geç devir İtalyası’nın “Palazzo”larını çağrıştıran görsel ayrıntıları, hattâ Osmanlı konutunda etkisi olabilecek kimi düzenlemeleriyle, Selçuklu çağının Doğu Akdeniz kültür alanına getirdiği mimari yorumun ve sürekliliğin de kavranmasına imkân tanımaktadır. Kazılar sırasında bulunan zengin çini ve alçı kaplamalar, bir kısmı yazılı duvar resimleri, ilgi çekici seramik ve cam eşyaların büyük ölçüde fragmanlar hâlinde ele geçirilmiş olması, hiç kuşkusuz, Selçuklu kültür tarihi adına acıklıdır.

Konum
Türkiye
ANTALYA
Fotoğraflar